25 Haziran 2012 Pazartesi

Hayde...

 

Kizilağaç fidani, Tepeden budanur mi?

İnsan sevduği yardan, Bu kadar utanir mu?

(Kazım Koyuncu)






Bizim evimize sızan radyasyon başka bir Karadeniz şehrindeki küçük bir eve daha sızmış meğer... Bunu öğrendiğimizde çok geçti herşey için. Ölüm Allah'ın emri, takdir-i ilahi. Ama radyasyondan ölmek tedbirsizlikten olsa gerek... Evet biz karadenizliler etrafımızdaki insanları tedbirsizlikten kaybediyoruz birer birer. ekranlar karşısında içilen çaylardan, genetiği bozulmuş meyvelerden, sebzelerden, ne olduğu bilinmeyen ama bizlere "helal" diye yutturulan etlerden, okullarda dağıtılan fındıktan, fıstıktan, sütten ölüyoruz... Biz her gün zehir solutularak öldürüldük.. Hani "üç çocuk" isteniyor ya çok haklı bir taleptir bu, çünkü karadenizde en az iki nesil radyasyondan kaybedilmiş durumdadır ve bu açığın kapatılması gereklidir.

Kazım Koyuncu, ölümünden kısa bir süre önce 23 Nisan 2005 günü Trabzon Dernekler Birliği’nin İstanbul Ticaret Odası’nda düzenlediği “Çernobil’in etkileri ve Hasta Hakları” panelinde yaşam, hastalık, bilimi sorguladığı acı ve isyanı bir arada hissettiren bir konuşma yapmış. İşte o konuşmadan bazı sözleri… 
“..Bilgi ve bilim kendini yenilemediği müddetçe gerici bir seydir, özellikle bilginin kendisi… Ben germ hücreli tümörleri öğrendim. Benim germ hücreli tümörlerim var. Şu anda herhangi bir kan testiyle ve patoloji sonucuyla bana gelindiği zaman dünyanın herhangi bir germ hücreli tümörünü tedavi edecek profesör kadar size ilaç yazabilirim. Çünkü öyle yazıyor ve yüzde 80 kurtulma ihtimali olduğunu yazıyor. Ama yüzde 20′ yi sorduğum zaman doktor bana ‘Niye onu soruyorsun ki?’ diyor. Çünkü ben yüzde 20′ yi merak ediyorum.”

Biz Karadenizliler olarak o yüzde 20'nin hesabını yapıyoruz. Bizler sevdiklerimizle geçireceğimiz "an"ları toplayıp biriktiyoruz. Karadeniz'de geriye doğru hızlı bir sayım başladı ve korkuyoruz...


Ben sevdiklerimi bu illete göz göre göre teslim etmek istemiyorum. Biz sevdiğimiz yardan utanır olduk artık, yüzlerine bakamaz olduk sevdiklerimizin, çünkü hepimiz birbirimize "güzel günler göreceğiz" diye yalanlar söyler olduk... İnsan sevdiği yardan bu kadar utanır mı, utanır...

Kazım Hayde geri gel, doğru bildiklerimizi savunalım... "Nükleeri İstemiyoruz" diyelim, Hayde gel !

Düş Gerçeklemesi - I

2011 yılının sonu, 2012 yılının başı gerçekten çok zorlu günlerdi benim ve ailem için. Şükür geçti gitti o günler inşallah. Karadeniz'in o korkunç radyasyon gerçeği bizim evimize de sızmıştı. Önceleri o sözcüğü ağzımıza almaya bile korkuyorduk. Kanser.. ne zordu söylemesi de dayanması da...

O sinsi hastalık evimize sızdığında, bu konuya dair ne kadar da uzaktan bir bakış açısına sahip olduğumu anladım. O güne kadar tüm sosyal ağlarda bu konuda yüzlerce şey okumuş bir kısmını da ben yazmıştım. halbuki hiçbir şey, hiç de öyle değilmiş... Bildiğiniz dikiz aynadan bakıyormuşum meseleye, kafamı çevirsem olayı tüm çıplaklığıyla görebilecekken aynadan izliyormuşum ve haklılarmış nesneler aynadan göründüklerinden çok daha yakındaymış... Çaresizlik hücrelerini kemiriyormuş insanın. O dönemde anladım ki, aslında biri koltuğundan kalmaktan üşendiği için başkaları ilik bulamıyordu. Sırf bu yüzden, sadece bu sebepten, bizler üşengeç bedenimizi o kanepeden ayıramadığımız için birileri daha fazla acı çekiyordu... Her birimiz aslında gizli katillerdik...

En son Lösemi Haftasında bu konuyu bir daha düşündüm birşeyler yapmam gerektiğine artık daha da emin oldum. Kendimi iyi hissetmemle ilgisi olmayan, sadece başkalarına faydalı olmak için birşeyler yapabilirdim.

Sıralamalayı nasıl yapacağıma karar veremedim, belki de hatalı bir sıralama yaptım, ama olsun en azından bir planım var elimde. Birinci görev olarak o ünlü film endüstrisinin iletişim bölümlerine elektronik postalar gönderdim. Neden?

Şu dünyada her daim erkekler kayırılıyor ben onu bilir onu söylerim. Bakınız, saçları olmayan küçük delikanlılar için hem yerli hem de yabancı çizgi film karakterleri var. (Calliou, Keloğlan.)

Ama ya o saçları olmayan kızlar... Siz hiç saçları olmayan bir prenses gördünüz mü? Peki bırakın prenses olmayı, saçları olmayan kızlar var mıydı iyi rollerde?  Yoktu... Çizgi filmlerde bile güzelliğin ve iyiliğin sembolüydü upuzun saçlar... Rapunzel'in o uzun saçları olmasaydı masal olmazdı; külkedisinin hayatı Sindrella'lığa doğru ilerlerken saçları her daim ipek  gibiydi. Hele o kırmızı başlıklı kız, onun bile başlığının altından güzel saçları omuzlarına yayılıyordu...

Bu kızlar için film endüstrisinin başını ağrıttım, bu çocukların da hayal kurmaya ihtiyaçları olduğunu söyledim. Çok dikkate alacaklarını sanmıyorum, ne de olsa "saçsız kız" figürü ticari olarak pek getirisi olmayan bir yatırım olacaktır, halbuki o kızların hayallerine yapacakları yatırım çok fazla insanı mutlu edecektir. Onlar dikkate almasalar da ben elektronik posta yollamaya devam edeceğim. Onlar inatçıysa ben de inatçıyım. Devam edeceğim bu ısrarıma...

Az önce de dediğim gibi sıralamasının doğruluğunu bilmesem de bir planım var. Birinci aşama bu elektronik postalardı. İkinci aşama ise, ilik bağışı için donör olmak. Onun için de yıllık iznimin olduğu bir gün bir merkezin kapısında olacağımdan emin olabilirsiniz.

Geçmişte planım bile yoktu, şimdi ufak da olsa bir planım var. Gerçekleştirmek için de aslına bakarsak "canlı" olmam dışında hiçbir şeye ihtiyaç yok.

Prensesler saçsız da olabilir kızlar, hiç üzülmeyin. Hem kısa filmler çeken insanlar tanıyorum belki de onlar ilk adımı atarlar olamaz mı, olabilir?

25 Mayıs 2012 Cuma

Hoşgeldin...

Evrene güzel dileklerimizi saldık dün gece. "İste, olsun" gecesinde, bizim dileklerimiz de gerçekleşecekler arasındadır inşallah...

Bu yıl en çok sağlık diledim, sevdiklerimin sağlıklı olduğu güzel günler içindi tüm dileklerim. Acı tecrübeler olmadan öğrenmeyi; kötüde, aşırılıkta, isyanda, kibirde ısrarcı olmamayı; ümidimi yitirmeden yol alabilmeyi istedim. "Ellerindeyim, ellerinde kalmak istiyorum, beni bırakma" dedim...

Tüm dileklerden sonraki ilk güne "hoşgeldin" diyerek uyandım bu sabah. Evet yeni gün, yeni umut, dileklerimin gerçekleşme ümidinin başladığı ilk gününe "hoşgeldin" diyorum...Hoş gel, hoşluklarla gel... Mevsimler gün dönümünü geçirdi, kıştan yaza döndü mevsimler; cemreler saçıldı her yana bahar geldi ve şimdi sıra bende. Bugün benim ümitlerimin ilk günü, benim mevsimimin bahara dönüşünün ilk günüdür bugün...

Bu yıl güneş yüzünü göstermemekte ne kadar ısrarcı olursa olsun, eninde sonunda kaçamayacak ve yüzleşecek bizlerle... Dileklerim için de aynı şey geçerli, ne kadar uzağa giderseniz gidin, kaçışınız yok, bir gün buluşacağız :) hem zaten çok da uzaklaşmış olmazlar, sadece kısa bir süre onları ihmal etmiştim ki. Evet kahve fincanı hala sıcak, fazla uzaklaşmış olmazlar :) Birazcık koşmam gerekiyor, acelem var; lütfen kapıya benim yerime aşağıdaki notu asar mısınız? şimdiden teşekkürler...




16 Mayıs 2012 Çarşamba

Gelincik Çiçeği

İnsanların içinde doğuştan gelen bir gül ya da papatya sevme geni var sanırım. Herkes güllere ya da papatyalara bayılıyor. Bir üst segment ise orkidelerin kölesi...

Bense topluma uymak adına gülleri ya da papatyaları sevmek için çok çaba harcadım ama yani pek içim ısınmadı onlara. senelerce acaba ben hangi çiçeği seviyorum diye merak ettim. bir ara lalelere merak salmıştım ki hala kendilerine dair güzel duygular beslemekteyim. Ancak bundan 5 ya da 6 yıl önce bir yerde kocaman kan kırmızı bir Gelincik Çiçeği tablosu görene kadar, gerçekten hangi çiçeği sevdiğimin farkında bile değilmişim. Ben kendi başına büyüyen, hemen solan öyle pek bir kokusu da olmayan ama alabildiğine alımlı bu çiçeği seviyordum işte...

Bu çok narin olan çiçek, dalından koparıldıktan birkaç dakika sonra tüm güzelliğini yitirir. Yapraklarından biri koparsa diğerleri de kendini bırakır. Yapraklarına biraz sert dokununca hemen zedelenir. En küçük şiddet, hoyrat muamele ve sarsıntıda bile yara alıp zedelenmesi bence çok manidar. Bir süre bununla ilgili yazılar araştırdım, bunda bir hikmet olmalı, mutlaka bir yere ulaştıracak beni dedim içimden ve o narin, zarif, kırılgan, hassas çiçeğin bir kadına benzetildiğini öğrendim; hem de Efendiler Efendi'si tarafından yapılmıştı bu benzetme. Her şeyin bir sebebi vardı ve hiçbir şey rastlantı değildi...


Efendimiz'in sözü kulağımızda çınlasın "Kadın, erkeğin gelincik çiçeğidir."



Erkek, kadının bir gelincik çiçeği kadar narin olduğunu bilmeli, ona göre davranmalı; kırmızı rengini hiç soldurmaması gerektiğini unutmamalı..

Şarkı...

Ardıma dönüp baktığımda, hiç kimseyi orada bırakamadığımı görüyorum, oralar bomboş. Herkes hala yanımda, sözleri kulağımda çınlayan şarkı gibi herkes, bir ağızdan şarkılar söylüyorlar kulağıma. Kimi mutlu günlere ait, kimi de üzüntülü günlere; ama hepsi hala benimle. Bazen mutlu günlerin melodisine kapılıyorum, ümitleniyorum; bazense en derin sularda kayboluyorum...

Aynı şarkıyı bir insan kaç kere dinler ki? En sevdiğim şarkıyı bile üst üste dinlediğimde sıkılırken, bu eski şarkılardan neden sıkılmıyorum, anlamıyorum. Halbuki hayat yeni şarkılar yazmak için yeni günlere güneşler doğuruyor ve yıldızlar saçıyor karanlıklara. Hiçbirine bakmadan hala eski şarkılara takılıp kalıyorum...

O eski melodilerde bir parçamızı bulduğumuz için mi şarkılara "parça" deniyor? Bizim eksik olan bir parçamızı tamamlıyor olmalılar, kesin; başka bir açıklaması olamaz... Ne çok eksiğim varmış, tamamlayamadım gitti, dinledikçe dinliyorum aynı parçaları...

Acaba bir gün gelip, ben de Nietzsche gibi, ardıma bakıp, "Sanki ömrüm boyunca yanlış melodiyle dans etmiş gibiyim." mi diyeceğim...

3 Mayıs 2012 Perşembe

Kader...




İrademin ötesindeyim bu aralar, mesele benim irademe ve seçimlerime kalmış olsa idi, sanırım farklı olurdu her şey. Ne kadar kabullensem de, teslim olsam da; içim burkuluyor. Ümidimle hayal kırıklığım sıkı bir çatışmaya giriyor... Ümidim mi güçsüz; hayal kırıklığım mı güçlü bilemiyorum ama bilindik cümle dökülüyor dilimden "Olduğu kadar, olmadığı kader." (Şems-i Tebrizi)

Kirpi...

Bir çoğumuz bilir herhalde kirpi hikayesini. Hani "incitmeyecek kadar uzak, üşütmeyecek kadar yakın ol" ana fikrini anlatan güzel hikaye... Unutanlar için;

"Eski zamanların dondurucu bir kışından bütün hayvanlar çok etkilenmiş, büyük kayıplar vermişler. Ama en çok kayıp veren kirpilermiş. Çünkü onların pek çok hayvan gibi kalın kürkleri yok kendilerini sıcak tutması zor olan dikenleri var.  Bu durumdan en az zararla kurtulmak için kirpiler meclisi toplanmış, çözüm aramaya başlamış.

Tartışa tartışa nihayet gece olunca tüm kirpilerin bir araya toplanmasına birbirlerine yakın durarak geceyi geçirmelerine karar verilmiş. Böylece kirpiler birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak, aralarındaki hava dolanımını önleyerek donmaktan kurtulacaklarmış .
İlk geceki deneyimlerinde bunun işe yaradığını görmüşler. Ama başka bir problem çıkmış ortaya.Üşüyen kirpiler birbirlerine fazla yaklaştıklarından yaralanmalar gerçekleşmiş.

Daha sonraki gece yaralanma korkusundan birbirlerinden uzak durmuşlar ama bu sefer de donmalar meydana gelmiş. Ne var ki her gece kah uzaklaşa kah yakınlaşa, deneye yanıla birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak kadar yakın ancak birbirlerini incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler."
...

Bizim de dikenlerimiz var hayata ve insanlara karşı. İnsanları kendi filtrelerimize göre sınıflandırıyoruz ve bu filtreleri aşamayanlara açmıyoruz iç dünyamızı. Ne var ki sıcaklık ancak yaklaşmakla mümkün. Birbirimizi incitmeyecek kadar uzak, hayatın soğuk zamanlarında üşümeyecek kadar yakın olmayı öğrenmeliyiz, kirpiler gibi. Kirpiler için bu hayatta kalma mücadelesi, bizler içinse belki hayat memat meselesi değil ama daha huzurlu bir yaşam için önemli bir unsur. Bir kirpiyi kucaklamaya çalışmak sadece bizim canımızı acıtır, incinmeden, biraz üşümeyi göze almalı insan. Belli mi olur belki de kirpinin dikenleri dökülür :)

30 Nisan 2012 Pazartesi

Akıllı Dokunuşlar...

Son dönemde her yanım "akıllı"larla dolu. Ne yana baksam ya "akıllı" bir telefon, ya da "akıllı" bir ev uygulaması çıkıyor. Her yandan bu kadar "akıl" fışkırırken, bir tane "akıllı" insana rastlamak büyük nimet... Neyse...

"Akıllı" telefonlarla kafayı bozmakta olan bir insan güruhunun içindeyim, o koca koca parmakları olan ablalar, abiler ekranlara nasıl da özenle dokunuyor. İncitici cümleleri yazmak için "akıllı" cihazlarına yumuşak yumuşak dokunuyorlar. Almak için yüklü meblağlar ödediklerinden olsa gerek, nasıl da narin ve nazik davranıyorlar cihazlarına; o cihazlarla temas ettikleri insanlara hiç de nazik davranmazken...Elindeki "akıllı"sına azıcık sert dokunan olduğunda " dokunamatik mi, vurmatik mi?" sorusu yükselirken, birbirimize sözlerimizle, yazdıklarımızla ve hatta tüm fiziksel gücümüzle vurduğumuzda kimsenin sesi çıkmıyor...

İnsanoğlunun icat ettiğine bu kadar özenli bir şekilde dokunurken, Yaradanın yarattığına dokunurken neden hoyratça davranıyoruz? O renkli camlara parmağımızın ucuyla dokunmaya kıyamazken, neden birbirimizi var gücümüzle tekmeliyoruz. Birbirimize sahip olmak için yüklü meblağlar değil yürek kredisi kullandığımız için mi bu acımasızlığımız? Yüreğimizin hiç mi kıymeti kalmadı bu "akıl" dünyasında...

Hadi bi'daha düşünelim...

Teknoloji nimettir, kabul, peki ya insan?(*)






(*Cümlenin orjinali; "Ekmek nimettir kabul, Peki insan?" Prof. Üstün Dökmen'in "Hayvan" dergisine verdiği röportaj.)

21 Nisan 2012 Cumartesi

Mücver...

Sahil kenarında büyüdüğümden midir bilmem, içim sıkıldığında hep iyot kokusunun eksikliğini hissediyorum bu bozkırın ortasında... Üniversite yıllarıma kadar her sıkıldığımda deniz kenarında almışımdır soluğu, sanki o deniz havası alıp götürürdü her şeyi zihnimden. Ne zaman ki bozkırın ortasına düştüm, sert bir poyraza teslim edemeyince sıkıntımı; yollara döktüm içimi. Saatlerce durmadan yürüdüğümü bilirim. Ne günlerdi yahu, tabanlarımın ağrısından başka bir şey düşünemez hale gelinceye kadar adımlardım sokakları. Küçükken kolay tabi öyle aylak aylak sokaklarda dolanmak. Büyümek nice özgürlüğü aldığı gibi bunu da aldı elimden, elimden gelmeyen şeylerin sıkıntısını atmak için ayağımdan da bir şey gelmesinin önünü kapattı...

Yıllardır evim mabedim oldu, duvarlarına nice sır gömdüm, laf etmedi... İyot kokusunu en çok mutfakta hissediyor olmalıyım ki mutfağı mesken tutuyorum zorlu günlerde. Bilseler ki nice sorunu, mutfakta tamamen ev yapımı yöntemlerle çözüyorum, diplomamı geri alırlar :) Ne projeler gördü o mutfak tezgahı heyhat, ne sevdaların kulak memesi kıvamına gelişine şahit oldu :) Eh tabi dibi tutan yemeklerle sonuçlananları da bilir ama bi'şey demez mutfağım... Zeytinyağlılardan bir aşk ertesinde vazgeçmiştim ve tatlıları bir hastalık sonrasının sevinciyle artırmıştım... Bir irmik tatlısı ile ne süreçler tasarladım hayal bile edilemez.


Bugünlerde yine mutfağa kapandım, birbiri ile uyumsuz nice şey yaptım ama hiç birinin içine bir tutam sıkıntımdan atamamıştım, azalmamıştı. Artık "mutfağım bile çözüm bulamıyor" demiştim ki, imdadıma yetişti "mücver". Bu kadar basitmiş ve hiç de uzakta değilmiş çözüm. "Çözüm için basit düşün" düsturunu hatırlamak için saatlerce uğraşmak gerekiyor bazen.

Çözüm bu kadar basitti işte, bilindik malzemeler, biraz un, yumurta, dereotu ve kabak, gerekli olan her şey bu kadar :) Ben neden çözüme ulaşmak için başkalarının ilminin gücünden medet umuyorum... Neden elimdeki malzemeyi kendi başıma, bildiklerimle harmanlamıyorum? Çünkü.. Elimdeki bilindik malzemeler ile  "istenen" kıvamda "mücver" yapılamayacağını tahmin ediyorum... Belki bu malzemeyle muhteşem bir lezzet ortaya çıkacak, belki de ağzıma bile sürmeyeceğim bir şey. Denemeden bilemeyeceğim; lakin şu bir gerçek, ben "mücver" i pek de sevmem...

18 Nisan 2012 Çarşamba

Rüzgar...


"Yeter artık rüzgar, yakamı bırak,
                                       Ürpertiyorsun içimi.
                                                     Şöyle dinlenelim biraz,

                                                            hiç olmazsa;
                                                                                     Bir sigara içimi..."
                                                                                                                (Turgut Uyar - Rüzgar)


Rüzgarı hiç öyle çok sevmedim aslında, hele tatlı bir meltem değilse asla. Rüzgarın yüzüme vurması, saçımı dağıtması, önüme set olması hep zorlaştırdı yürümemi, düşünmemi... Sanki ruhu var rüzgarın, ne düşündüğümü biliyor, duruma göre esiyor. İçim darmadağın ise alabildğine sert esiyor ondan başkasını düşünmeme izin vermiyor.

Bu günlerde alıştım sanki rüzgara; hem saçımı hem kafamı dağıttı, hem gökyüzünü bulandırdı hem kalbimi, altüst etti zihnimde kurduklarımı da, içimdeki surları da... Dalgaları köpürttüğü gibi beni de heyecanlandırıyor, bazen öyle bir koku getiriyor ki yıllar öncesinden; öyle bir iklimi alıp götürüyor ki, kuru, kurak, çöl... Ağlatıyor beni, bulutları ağlattığı gibi...


Rüzgar, sıcak havalarda esmeli hep, serin serin... Yangınlı havalarda kesilmeli... Kaybolmuş bir geminin kıyıya ulaşması için elinden geleni yapmalı, üşüyen eller olduğunda durmalı... ve bir kadının yüreği yanıyorsa kuytuda, uzak durmalı... Yangınlardan hep uzak durmalı rüzgarlar...

6 Nisan 2012 Cuma

Ankara...



Ve gitmek istersin bu diyarlardan…

İzim kalmasın, sesim tanınmasın istiyorum… Sadece gitmek uzaklaşmak, koparmak istiyorum tüm bağlarımı bu diyarlardan… Ankara ne ağır geldin bana böyle… Geçen gün ömürdenmiş ya, sen benden kaç ömür aldın biliyor musun?

Gri bulanık havana rağmen, güneşli güzel günler gelecek ümidi taşıdım, sana karşı hep iyimser oldum… En azından sıcakken kavurucu, soğukken dondurucu olduğun için, yani tepkin net olduğu için… “Yeneceğim seni” diye nidalar atmadan gelip, sessiz ve sakince sade yaşamayı seçenleri bağrına bastığın için… Mekânların önemsizleştirip dostlarla sohbetleri koyulaştırdığın için… Şiirlerinde martılar olmazdı, ama yine de içimde kelebekler uçurabildiğin için… Sırf bunlar için bile sevebilirdim seni… Ama şairin dediği gibi “Ah aşk! Bir topluluğun fotoğraf çekildikten sonra dağıldığı an. “(Ah Muhsin Ünlü) İşte o fotoğrafı çeken bendim Ankara… O makineyi elime sen tutuşturdun…

Şimdi hazırlanmaktayım, ufaktan bavulumu hazırlamaya başlıyorum…

Ve Ankara gerçekten deniz’in yokmuş, insanın içi sıkıldığında çekilmiyorsun… 

31 Mart 2012 Cumartesi

Gölge

Hani bir bakarsın; gölgen büyümeye başlar, güneş yerinde sabitken... Gölgen daha güçlü, daha büyük gözükür birden gözüne... Sonradan fark edersin, başkasının gölgesi düşmüştür aslında, senin gölgenin üstüne... Onun gölgesi ile büyüyüp güçlenmiştir soluk ve kırılgan gölgen...O kadar sendendir ki o gölge;  senin gölgen nerede başlıyor, onunki nerede başlıyor ayırt edemezsin...

An gelir, gün batmaya başlar, berraklaşmayı başaramayan gölgeler ayrışır, renkleri soluklaşır... İki ayrı gölge, bir köşe başında uzaklara karışır...

"Dünya öyle bir gölgedir ki, kişi ona arkasını dönünce peşinden gelir de, kişi onun peşine düşünce hep önünden kaçar." (Düşte Kalan, İskender Pala)

20 Mart 2012 Salı

Eski Düşlerim Hükümsüzdür...


İçimde seni ne çok biriktirdim, yıllar yılı… Seni her daim içimde hissedebilmek için midir bilinmez; şiirlerle, şarkılarla, sözlerle kentlerle eşleştirdim seni… Kimi zaman tarifsiz güzellikteki İstanbul gibiydin; kimi zaman sakin ve iddiasız bir kıyı kasabası… Bazen alabildiğine bereketli bir ova, bazen umulmadık kadar sert bozkır… Yine de her halinle güzeldin, varlığın güvenliydi…

Gün gelip de, senin gemin başka limana doğru yol almaya başlayınca, seni simgeleyen her şey üşüştü birer birer beynime… Tüm anıları, hafızamın en karanlık dehlizlerine kadar itmem zor oldu… Unutmada başarılı oldum bile sandım…
Ve yıllar sonra bir nota geldi kulağıma uzaktan… Bir Hintlinin oynattığı kobralar gibiydi, hatıraların birer birer saklandıkları delikten çıkışı… John Fowles, Koleksiyoncu kitabında, "(…) Ama unutmak insanın yapabileceği değil, başına gelecek bir şeydir ve benim başıma gelmedi.” diyordu. ve sanırım benim başıma da gelmemişti unutmak... Unutmamıştım heyhat, ama acıtmıyordu da eskisi kadar…
Bu gecikmiş bir veda yazısı değildir, ama bilmende fayda var; tüm şehirlerinin kaleleri bir bir ele geçirilmekte…

12 Mart 2012 Pazartesi

Kapı...

Türkiye ortalamasına göre ortalama, dünya ortalamasının ise çok altında sayılabilecek düzeyde, sıradan bir kitap okuruyum. Başladığım kitaptan zevk almasam dahi, sonuna kadar okumaya özen gösteririm. Bu da geçmişte okuduğum başka bir araştırmanın etkisi. O çalışmada, yarım bırakılan kitap, film vb. de, kişi düşünmekten vazgeçse de beynimizin düşünmekten vazgeçmediğinden bahsediyordu. Beyin düşünmeye devam ettiği için de ilerleyen yaşlarda bu durumun alzheimerı tetiklediğini ifade ediyordu. Başladığım işi bitirmek istememdeki etken budur yani :)

Şu aralar Rıdvan Cankiç'in "KAPI Nefes Almayı Unutmayın!" adlı kitabını okuyorum. Genel itibari ile kitap bitmeden yorum yapmamaya özen gösteririm, ancak bu kitap için bir istisna yapacağım. Kitabın konusu henüz nefesimi kesmedi, ancak yazım hataları kitabın konusundan daha fazla ilgimi çekmeye başladı. Dahi anlamındaki "-de"yi, bağlaç olan "-ki"yi yazamayanlara tahammülüm pek azdır. O "-de"ler ve "-ki"ler ayrı olması gerekirken birleşik, birleşik olması gerekirken ayrı yazılmış ya, dayanamıyorum. Baskıya gitmeden önce hiçkimse okumadı mı bu kitabı?

Eğer kitabın sonunda "biz bununla bir test yapmıştık..." bıdı bıdı diye birşey demezlerse şayet (ki derlerse bu yazıya daha sonra kesinlikle ekleyeceğim.); elime bir kırmızı kalem alıp hatalı yerleri işaretledikten sonra yayın evine kitabı göndereceğim.


Türkiye'de kitap okunmuyor diyenlere soruyorum, yazarın ve/veya yayınevinin hiç mi günahı yok?

9 Mart 2012 Cuma

Yılanlı Yalı

Saffet Emre Tonguç ve Pat Yale’in ortak hazırladıkları “Boğaz Hakkında Her Şey” adlı çalışmaları elime geçti bugünlerde. Bu çalışmada, uçtan uca Boğaz’la ilgili güzel bilgilere ve Boğaz’da sıralanmış meşhur yalıların birbirinden ilginç hikâyelerine ve fotoğraflarına yer verilmiştir.  Kitabın kapak fotoğrafı bile o kadar hoş ki insanın içi ısınıyor. Harikulade güzellikteki nadir yerlerden biri olan İstanbul’un, birbirinden güzel Boğaz fotoğraflarını görmek için bile edinilmesi gereken bir kitap. Benim gibi İstanbul’u uzaktan seven ve geçmişi olan her şeyi kıymetli bulan biri için bu kitap ilgi çekici olmakla kalmayıp, yalı hikâyeleri ile gönlümü fethetmiştir…
Beş duyumuzla algıladığımız her şeyde, mutlaka bütünün içindeki bir parça, size diğer parçalardan daha fazla ilgi çekici gelir ya da etkiler. Bu çalışmada da (henüz tamamını bitirmemiş olsam da) yalıların hikâyelerini okurken ve o muhteşem güzellikteki fotoğraflarına bakarken “Yılanlı Yalı”nın hikâyesi hoş geldi bana ve sizlerle paylaşmak istedim…
YILANLI YALI

Bebek’ten Rumeli Hisarı’na doğru yürürseniz önce Ayşe Sultan, sonra da Arifi Paşa korularını geçeceksiniz, sonra da karşınıza XVII. yüzyıldan kalma İstanbul’daki nadir ahşap mescitlerden Kayalar Mescidi çıkacak. Mescidin yanında, XVIII. yüzyılda inşa edilen Yılanlı Yalı’yı göreceksiniz.
İsmi, kendi kadar güzel değil ama mecburiyetten verilmiş; II. Mahmud, Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Mustafa Efendi’nin yalısını pek beğenmiş ve konuyu ortak dostları Said Efendi’ye açmış. Said Efendi arkadaşını ve yalısını korumak için yalının yılanlı olduğunu uydurmuş. Padişahın yalıyı almasını önlemiş ama yalının adı da “Yılanlı Yalı” olarak kalmış. (Saffet Emre Tonguç - Pat Yale; Boğaz Hakkında Her Şey)

Bu hikâye ile bir insanın sevdiği ve kaybetmek istemediği bir şeyi, sırf kendine ait kalsın diye nasıl kötüleyebileceğini bir kez daha örneklemiş bulunuyoruz. Bugünü kurtarmak için söylediğimiz her cümlenin, zaman içinde çok farklılaşarak karşımıza çıkabileceğini unutmayalım ve çokça düşünüp azca konuşalım… Ben pek yapamıyorum ama tavsiye diyorumJ

8 Şubat 2012 Çarşamba

“Kırkayak” olmamak elimizde...

Geçtiğimiz günlerde “kırkayak”lar ile ilgili bir belgesel izledim ve çok şaşırdım… Nesiller boyunca yanlış anlaşılmış ve büyük olasılıkla böyle anlaşılmaya da devam edecek.

Önce bilgisizliğime üzüldüm, ardından da kendini asla ifade edemeyecek olan bu canlıya göre aslında ne kadar şanslı olduğumuzu düşünerek sevindim.

“Kırkayak” , (Latince. Julus Terrestris),  canlısının 10 ila 750 arasında değişen sayıda ayağı bulunduğu; “kırk” ifadesinin “çok bacaklı” anlamına gelen Latince bir sözcükten türediği ve/veya kutsal sayılan 40 sayısından dolayı saygı ifadesi olarak verildiği düşülmektedir. Ancak yazıktır ki binlerce türü olan bu canlının tespit edilen hiçbir türünde henüz “kırk” ayağı bulunan bir türüne rastlanmamış…
“Kırkayak” ifadesi toplumumuzda pek de hoş olmayan bir anlamda kullanılmakta olmasına karşın, bu belgeselden sonra; tıpkı “angut kuşu”nun özelliğini öğrendikten sonra “angut” ile ilgili ifadelerin can sıkıcı gelmediği gibi; “kırkayak” ifadesi de can sıkıcı gelmeyecek…  “Kırkayak” aslında yanlış anlaşılmış ve kendini anlatmasına imkân verilmemişliğin ifadesi olacak bundan böyle…
Son derece sevimsiz gelen bu canlı artık o kadar da sevimsiz gelmiyor…
Dilerim ki; yaşamın hiçbir anında “kırkayak” gibi, kendinizi savunamayacağınız bir ortamda yanlış anlaşılmayın…

Ve ola ki varsa bir yanlış anlaşılmışlık; işte onların tamamını düzeltmek için imkânınız var.
Haydi, durmayalım “kırkayak”lıktan kurtulma şansını kullanalım…

7 Şubat 2012 Salı

Fasulye miyiz acaba...

Küçük yaşlardan itibaren hep aynı şeyleri öğrettiler bizlere... Her şeyde bir intizam olmalı, bir kompozisyon edasında giriş gelişme ve sonuç bölümleri olmalıydı sanki her şeyde..

Önce anlamadık çok da zor geldi giriş gelişme ve sonuç kısımlarını oluşturmak. Tamam, giriştik bir işe, iyi kötü ilerliyor da nasıl toparlayacağız bilemedik. Öyle zamanlardan geçti ki insanlar, artık tek bir sonuç yetmez oldu; mutlu ve mutsuz son diye de iki farklı son hazırlar oldular...

Tabi ne yazı yazmaya benziyordu yaşam ne de bir film senaryosuna... Kişi kendi belirleyecekti mutlu ya da mutsuz sonu. Ve tek seçeneği vardı yazık ki...

....

Umut vaat eden sözlerle başlıyor her şey aslında. İnsan bulutla, rüzgârla ve diğer tüm doğa olayları ile yarışacak gücü kuvveti buluyor kendinde sanki... Her yan tozpembe ağaçlar kuşlar böcekler... Kalbe girmeye başlıyor tatlı hisler ve işte o an gelip çatıyor ki kurtulmanın imkânı yok her yanını aşk sarıyor...

Sonra birden ayakların yere değmeye başlıyor...

Bir bakıma gelişme dönemi bu... Aşkınız gelişecek mi, yoksa son mu bulacak... Küçükken öğretildiği gibi pamuk arasında fasulye çimlendirmeye benziyor aşkı büyütmek geliştirmek... Gerekli özeni gösterirsen filizlenecek, yoksa çürüyüp gidecek... Ne de olsa her insan embriyo iken bir miktar fasulye değil midir?

Zorlu bir süreç kesin, ancak başaranlar var, gördüm...

Ve sona yaklaşırken...

Filizlenen fasulye malum uzadıkça sarılacak bir nesneye ihtiyaç duyar, aşk da öyledir; filizlendikten sonra bir taraflara yönlenmek ister. Ama zorlu sürecin son halkasıdır bu, ya fasulyeyi nesne ile bütünleştireceksin ya da yere düşüp solup çürüyecek...

İlişkilerde böyledir, sarılacak bir şeylere hep ihtiyaç duyar. Her aşkın tutkalı, desteği, bütünleştiricisi, sığınağı, aşkın başkahramanlarıdır. Sen ve o'dur... O ve ötekidir... Bu ve şudur... Başkası değildir; gerçekten embriyo olmaktan kurtulduysak eğer...

İki kişi arasındaki tek sarılacak dal birbirleridir.. İki kişi sarılamıyorsa, filizlenmemiştir aslında hiçbir şey... Ve fasulyenin hazin sonu bekler o iki kişiyi de... Yere düşüp solmak...


Yere düşüp de solmaya başladı mı aşk, işte o zaman başlar anlamsız iç çekişler... Yar sevdası ile bilenen yürek deler bedeni, kalbin her yanında atar hızla... Kulakların duymaz olur, gözlerin dolu dolu kimi zaman... Sokağa atılmış bir köpeğin yalnızlığını hissedersin her yerde... Şuurun kapanır, kopyalanmış bir yaşamdaymışçasına...


Hazin sonlar can acıtır elbet... Ama her fasulye solduktan sonra bile işe yarar; yeter ki çürümeden önce bir şeyler yapılsın...

Öğretildiği gibi sonuç kısmı sadece bir kez yazılabiliyor hayatta ...

(22.10.2007 / Ankara)


12 Ocak 2012 Perşembe

Saklımdasın Ey Yar Haberin Yok...

Yürüyorum ey yar insanların arasında
Kimi yorgun kimi dökük, kanar sabır yarasında
Özlüyorum seni zamanla barışamadım
Geçip gidiyor ömrüm günlere doyamadm

Ucum yok bucağım yok
Saklımdasın ey yar haberin yok
Yıllar geçti sönmedi ateş
Yanıyorum ey yar haberin yok

Üşüyorum ey yar yangınların ortasında
Yürek kırgın yürek talan kanar sevda yarasında
Kahırlı yılları çizdin alnıma
Dost eyledin beni göçüp giden kuşlara

Altı Köşeli Kristal

İnsanoğlu özünde saf, kırılgan ve avucumuzu kapatıp açtığımızda yok olan kar tanesi gibi bir var bir yok değil midir aslında; kar tanelerinin hiçbirinin bir diğerine benzemeyip, her birinin eşsiz olduğu gibi bizler de öyle değil miyiz...

Dünya denen ummanda hepimiz bir kar tanesi kadar minik ve eşsiziz.

Karanlık ve soğuk bir Ankara gecesini, bembeyaz düşler sabahına çeviren bu mucize, yüreğinize dokunsun, dertleriniz kar tanesi gibi bir var olsun bir yok olsun ve beyazlığı sizde baki kalsın...   (09.01.2012 - Ankara)

5 Ocak 2012 Perşembe

Genesis...

Hissettiklerimi anlatmanın yollarını aradım. Şarkılar, türküler, şiirler, kitaplar, fotoğraflar biriktirdim. Başkalarının sözcüklerine hayran kaldım ama tam değildi hiçbir zaman. Doğru sözcükleri kendim sıralamadıkça da asla tam olmayacaktı hissettiklerimi anlatmak… 
Bana ilginç gelen, beni derinden etkileyen durumları yazarken zorlandım çoğu zaman, kimi zaman fotoğraflarla zenginleştirdim sözcükleri…
Ve şimdi, herkesin her şeye kolayca erişebildiği bir mecrada, bence doğru sıralanmış sözcükleri paylaşmak istiyorum…

Bu da benim Genesis’im olsun…