25 Haziran 2012 Pazartesi

Hayde...

 

Kizilağaç fidani, Tepeden budanur mi?

İnsan sevduği yardan, Bu kadar utanir mu?

(Kazım Koyuncu)






Bizim evimize sızan radyasyon başka bir Karadeniz şehrindeki küçük bir eve daha sızmış meğer... Bunu öğrendiğimizde çok geçti herşey için. Ölüm Allah'ın emri, takdir-i ilahi. Ama radyasyondan ölmek tedbirsizlikten olsa gerek... Evet biz karadenizliler etrafımızdaki insanları tedbirsizlikten kaybediyoruz birer birer. ekranlar karşısında içilen çaylardan, genetiği bozulmuş meyvelerden, sebzelerden, ne olduğu bilinmeyen ama bizlere "helal" diye yutturulan etlerden, okullarda dağıtılan fındıktan, fıstıktan, sütten ölüyoruz... Biz her gün zehir solutularak öldürüldük.. Hani "üç çocuk" isteniyor ya çok haklı bir taleptir bu, çünkü karadenizde en az iki nesil radyasyondan kaybedilmiş durumdadır ve bu açığın kapatılması gereklidir.

Kazım Koyuncu, ölümünden kısa bir süre önce 23 Nisan 2005 günü Trabzon Dernekler Birliği’nin İstanbul Ticaret Odası’nda düzenlediği “Çernobil’in etkileri ve Hasta Hakları” panelinde yaşam, hastalık, bilimi sorguladığı acı ve isyanı bir arada hissettiren bir konuşma yapmış. İşte o konuşmadan bazı sözleri… 
“..Bilgi ve bilim kendini yenilemediği müddetçe gerici bir seydir, özellikle bilginin kendisi… Ben germ hücreli tümörleri öğrendim. Benim germ hücreli tümörlerim var. Şu anda herhangi bir kan testiyle ve patoloji sonucuyla bana gelindiği zaman dünyanın herhangi bir germ hücreli tümörünü tedavi edecek profesör kadar size ilaç yazabilirim. Çünkü öyle yazıyor ve yüzde 80 kurtulma ihtimali olduğunu yazıyor. Ama yüzde 20′ yi sorduğum zaman doktor bana ‘Niye onu soruyorsun ki?’ diyor. Çünkü ben yüzde 20′ yi merak ediyorum.”

Biz Karadenizliler olarak o yüzde 20'nin hesabını yapıyoruz. Bizler sevdiklerimizle geçireceğimiz "an"ları toplayıp biriktiyoruz. Karadeniz'de geriye doğru hızlı bir sayım başladı ve korkuyoruz...


Ben sevdiklerimi bu illete göz göre göre teslim etmek istemiyorum. Biz sevdiğimiz yardan utanır olduk artık, yüzlerine bakamaz olduk sevdiklerimizin, çünkü hepimiz birbirimize "güzel günler göreceğiz" diye yalanlar söyler olduk... İnsan sevdiği yardan bu kadar utanır mı, utanır...

Kazım Hayde geri gel, doğru bildiklerimizi savunalım... "Nükleeri İstemiyoruz" diyelim, Hayde gel !

Düş Gerçeklemesi - I

2011 yılının sonu, 2012 yılının başı gerçekten çok zorlu günlerdi benim ve ailem için. Şükür geçti gitti o günler inşallah. Karadeniz'in o korkunç radyasyon gerçeği bizim evimize de sızmıştı. Önceleri o sözcüğü ağzımıza almaya bile korkuyorduk. Kanser.. ne zordu söylemesi de dayanması da...

O sinsi hastalık evimize sızdığında, bu konuya dair ne kadar da uzaktan bir bakış açısına sahip olduğumu anladım. O güne kadar tüm sosyal ağlarda bu konuda yüzlerce şey okumuş bir kısmını da ben yazmıştım. halbuki hiçbir şey, hiç de öyle değilmiş... Bildiğiniz dikiz aynadan bakıyormuşum meseleye, kafamı çevirsem olayı tüm çıplaklığıyla görebilecekken aynadan izliyormuşum ve haklılarmış nesneler aynadan göründüklerinden çok daha yakındaymış... Çaresizlik hücrelerini kemiriyormuş insanın. O dönemde anladım ki, aslında biri koltuğundan kalmaktan üşendiği için başkaları ilik bulamıyordu. Sırf bu yüzden, sadece bu sebepten, bizler üşengeç bedenimizi o kanepeden ayıramadığımız için birileri daha fazla acı çekiyordu... Her birimiz aslında gizli katillerdik...

En son Lösemi Haftasında bu konuyu bir daha düşündüm birşeyler yapmam gerektiğine artık daha da emin oldum. Kendimi iyi hissetmemle ilgisi olmayan, sadece başkalarına faydalı olmak için birşeyler yapabilirdim.

Sıralamalayı nasıl yapacağıma karar veremedim, belki de hatalı bir sıralama yaptım, ama olsun en azından bir planım var elimde. Birinci görev olarak o ünlü film endüstrisinin iletişim bölümlerine elektronik postalar gönderdim. Neden?

Şu dünyada her daim erkekler kayırılıyor ben onu bilir onu söylerim. Bakınız, saçları olmayan küçük delikanlılar için hem yerli hem de yabancı çizgi film karakterleri var. (Calliou, Keloğlan.)

Ama ya o saçları olmayan kızlar... Siz hiç saçları olmayan bir prenses gördünüz mü? Peki bırakın prenses olmayı, saçları olmayan kızlar var mıydı iyi rollerde?  Yoktu... Çizgi filmlerde bile güzelliğin ve iyiliğin sembolüydü upuzun saçlar... Rapunzel'in o uzun saçları olmasaydı masal olmazdı; külkedisinin hayatı Sindrella'lığa doğru ilerlerken saçları her daim ipek  gibiydi. Hele o kırmızı başlıklı kız, onun bile başlığının altından güzel saçları omuzlarına yayılıyordu...

Bu kızlar için film endüstrisinin başını ağrıttım, bu çocukların da hayal kurmaya ihtiyaçları olduğunu söyledim. Çok dikkate alacaklarını sanmıyorum, ne de olsa "saçsız kız" figürü ticari olarak pek getirisi olmayan bir yatırım olacaktır, halbuki o kızların hayallerine yapacakları yatırım çok fazla insanı mutlu edecektir. Onlar dikkate almasalar da ben elektronik posta yollamaya devam edeceğim. Onlar inatçıysa ben de inatçıyım. Devam edeceğim bu ısrarıma...

Az önce de dediğim gibi sıralamasının doğruluğunu bilmesem de bir planım var. Birinci aşama bu elektronik postalardı. İkinci aşama ise, ilik bağışı için donör olmak. Onun için de yıllık iznimin olduğu bir gün bir merkezin kapısında olacağımdan emin olabilirsiniz.

Geçmişte planım bile yoktu, şimdi ufak da olsa bir planım var. Gerçekleştirmek için de aslına bakarsak "canlı" olmam dışında hiçbir şeye ihtiyaç yok.

Prensesler saçsız da olabilir kızlar, hiç üzülmeyin. Hem kısa filmler çeken insanlar tanıyorum belki de onlar ilk adımı atarlar olamaz mı, olabilir?

25 Mayıs 2012 Cuma

Hoşgeldin...

Evrene güzel dileklerimizi saldık dün gece. "İste, olsun" gecesinde, bizim dileklerimiz de gerçekleşecekler arasındadır inşallah...

Bu yıl en çok sağlık diledim, sevdiklerimin sağlıklı olduğu güzel günler içindi tüm dileklerim. Acı tecrübeler olmadan öğrenmeyi; kötüde, aşırılıkta, isyanda, kibirde ısrarcı olmamayı; ümidimi yitirmeden yol alabilmeyi istedim. "Ellerindeyim, ellerinde kalmak istiyorum, beni bırakma" dedim...

Tüm dileklerden sonraki ilk güne "hoşgeldin" diyerek uyandım bu sabah. Evet yeni gün, yeni umut, dileklerimin gerçekleşme ümidinin başladığı ilk gününe "hoşgeldin" diyorum...Hoş gel, hoşluklarla gel... Mevsimler gün dönümünü geçirdi, kıştan yaza döndü mevsimler; cemreler saçıldı her yana bahar geldi ve şimdi sıra bende. Bugün benim ümitlerimin ilk günü, benim mevsimimin bahara dönüşünün ilk günüdür bugün...

Bu yıl güneş yüzünü göstermemekte ne kadar ısrarcı olursa olsun, eninde sonunda kaçamayacak ve yüzleşecek bizlerle... Dileklerim için de aynı şey geçerli, ne kadar uzağa giderseniz gidin, kaçışınız yok, bir gün buluşacağız :) hem zaten çok da uzaklaşmış olmazlar, sadece kısa bir süre onları ihmal etmiştim ki. Evet kahve fincanı hala sıcak, fazla uzaklaşmış olmazlar :) Birazcık koşmam gerekiyor, acelem var; lütfen kapıya benim yerime aşağıdaki notu asar mısınız? şimdiden teşekkürler...




16 Mayıs 2012 Çarşamba

Gelincik Çiçeği

İnsanların içinde doğuştan gelen bir gül ya da papatya sevme geni var sanırım. Herkes güllere ya da papatyalara bayılıyor. Bir üst segment ise orkidelerin kölesi...

Bense topluma uymak adına gülleri ya da papatyaları sevmek için çok çaba harcadım ama yani pek içim ısınmadı onlara. senelerce acaba ben hangi çiçeği seviyorum diye merak ettim. bir ara lalelere merak salmıştım ki hala kendilerine dair güzel duygular beslemekteyim. Ancak bundan 5 ya da 6 yıl önce bir yerde kocaman kan kırmızı bir Gelincik Çiçeği tablosu görene kadar, gerçekten hangi çiçeği sevdiğimin farkında bile değilmişim. Ben kendi başına büyüyen, hemen solan öyle pek bir kokusu da olmayan ama alabildiğine alımlı bu çiçeği seviyordum işte...

Bu çok narin olan çiçek, dalından koparıldıktan birkaç dakika sonra tüm güzelliğini yitirir. Yapraklarından biri koparsa diğerleri de kendini bırakır. Yapraklarına biraz sert dokununca hemen zedelenir. En küçük şiddet, hoyrat muamele ve sarsıntıda bile yara alıp zedelenmesi bence çok manidar. Bir süre bununla ilgili yazılar araştırdım, bunda bir hikmet olmalı, mutlaka bir yere ulaştıracak beni dedim içimden ve o narin, zarif, kırılgan, hassas çiçeğin bir kadına benzetildiğini öğrendim; hem de Efendiler Efendi'si tarafından yapılmıştı bu benzetme. Her şeyin bir sebebi vardı ve hiçbir şey rastlantı değildi...


Efendimiz'in sözü kulağımızda çınlasın "Kadın, erkeğin gelincik çiçeğidir."



Erkek, kadının bir gelincik çiçeği kadar narin olduğunu bilmeli, ona göre davranmalı; kırmızı rengini hiç soldurmaması gerektiğini unutmamalı..